Yapı Kredi Yayınları: “Her şeye ‘karşı’ duran, ‘karşı’ olan bir adam… Aylak Adam… Bir adı bile yok. ‘C.’ Diyor Yusuf Atılgan kısaca.” diye tanımlıyor kitabın arka kapağında.
İsmi verilmekten bile çekinilmiş bir aylağın, C.’nin, dört mevsim boyunca yaşadıklarını kimi zaman C.’nin gözünde bireyselleştirirken, kimi zaman tanrısal bir bakış açısı ile olan biteni dışarıdan anlatmış, kimi zaman ise Ayşe’nin günlüklerine inerek sıkıcı bir dil kullanımından kaçınmıştır Yusuf Atılgan.
Babasına benzemek en büyük korkusu olan, yine babasından kaldığı yüklü miktarda bir mirasın sahibi ve bu miras ile hayatını idam ettiren “kahramanlaşamamış” bir kahramandır “C.”. Yürüyüşe çıkmayı, kitap ve tablolar satın almayı sever. Karaköy’den başlayan uzun yürüyüşleri Beyoğlu’nda sık sık bir sinema arasıyla sonlanır. Yaratmaya çalıştığı iki kişilik toplumlar için serbestçe davranılabilecek tek yerdir sinema onun için. “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan.” Diyor kitapta zaten. Ayşe’nin onu aradığı yer de sinema, dudakların buluştuğu ve ellerin tutuşulduğu yer de.
Kitabın başından itibaren çocukluktan sahip olduğu çeşitli tiklerin vurgusu yapılmasına karşın etkileyici bir kurguyla birçoğunun sebebini kitabın sonlarına doğru Ayşe’ye anlatılan o geçmişte öğreniriz. Kulağını kaşıdığı sayısız yer, bacaklara dokunamaması, bıyık bırakmak istememesi, “zengin değilim, paralıyım” vurgusu bunlardan sadece bir kaçı. Bunların sebebi; hayatında kurduğu ilk “iki kişilik toplum” olan Zehra Teyze’sinin babasıyla olan ilişkisini gördükten sonra babasına karşı duyduğu nefrettir. Babasının sinirli bir anında C’nin kulağını yırtmasından sonra kulak kaşıma tiki oluşur. En sevdiği ressamın Van Gogh olması, sebebi ise sol kulağını kesebilmesi olarak kitapta geçen vurgu, tramvayda giderken hayatının kadını olarak kitabın birkaç yerinde geçen B.’yi önünde oturan adamın kulak kirine baktığı için görememesi, sevgilisinin kulağını öpebildikten sonra şaşırması da kitaptaki diğer güzel ayrıntılar.
Kurduğu ilk iki kişilik toplumu olan Zehra Teyze annesinin ölümünden sonra, annelik kutsallığını ona verebilen kadındır. Sonrasında bu kadını cinsellik uzvu ile bir arada görünce sahip olduğu o iki kişilik toplum sona ermiştir C’ için. Kaybettiği bu iki kişilik toplumu tekrar kurabilmek için hayatına giren kadınları Zehra Teyze’sine olan benzerliklerine göre seçer. Romanın başında anlatılan Şaşı Kadın ve Güler’in benzerlikleri de yine ayrıntılarda yer alan güzel ipuçlarıdır.
Aradığı ideal kadını bulmak adına kahvehanelerde, lokantalarda bütün gününü öldüren bu aylak adam bu idealliği bulabilme ihtimalleriyle birkaç defa yüz yüze geliyor kitap boyunca. Yazar o kişiye kısaca B. diyor. Yukarıda da belirtildiği gibi tramvayda önündeki adamın kulağına değil de soluna baksa görecektir B.’yi. Ya da Sami’nin yemeğe yaptığı daveti kabul etse yine tanışabilme fırsatı olacaktır. Fakat yazar bütün bu ihtimallerin olmayacağını, olsa böyle bir hikayenin çıkmayacağını vurguluyor: “Sonra devetüyünün arkasından gitti. Her şey o bir anlık duruşta olup bitmişti. Gene yanıldı. Açık mavili B. idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti. Ama o Güler’le gitti. Tesadüf mü? Değildi.” Yazar zaman zaman birinci tekil şahıstan anlattığı hikayeyi bir anlatıcı gözünden anlatmaya başlamasının temel nedeni B. ile trajik olarak bir türlü tanışamamasını anlatabilmektir. C. kitabın yine son sayfalarında karşılaştığı B.’nin peşinden gitmeye çalışır, yetişemez. Zaten yetişseydi de aranılan mutluluk bulunduğu için bu hikaye hiçbir zaman olmayacaktır. Yazar Aylak Adam’daki iki kişilik toplumun bireylerine isim vermez B. ve C. kısaltmaları kullanır. A. niye yoktur bilinmez ama okuyucu A.’yı kolaylıkla Ayşe yapabilir, ta ki onla da iki kişilik toplum kurulamayıncaya kadar.
Yazarın sıklıkla vurguladığı ve aylak adamın içinde yer almak istemediği bir yirminci yüzyıl toplumu vardır. “İşte yirminci yüzyıl bu! Asfalta kusmak!” Meslek sahibi olmamanın ayıplandığı, sevilmeyen işlerin yapıldığı, dilenciliğin bile bir meslek gibi aynı gün ve saatte yapıldığı bir yüzyıldır yirminci yüzyıl. “Çalışmak bir gün hiç çalışmamak içindir.” Belki babası okuma deseymiş ya da komisyoncu olmasaymış C.’de bu bireylerin arasında yerlerini alacaktır ama o aylak olmayı seçmiştir. Kimi zaman sokak isimlerini yazmak gibi birkaç günlük uğraşlarla gününü geçirdiği türden bir aylaklık.
Yazıldığı yıllar itibariyle ele alındığında üzerinden elli yıl geçmesine rağmen, hala bir solukta okunulan bir dile, karmaşık bir kurguya sahip, kitabın sonuna doğru ilerlenirken karanlıkta kalan her nesnenin tamamı ile aydınlığa çıktığı bir başyapıt demek fazla abartılı olmaz. Yusuf Atılgan “Benim gerçek eserim günlük hayatımdır.” diyor. Sokakta görebileceğimiz cinsten sıradan bir karakter değildir C. ama günlük hayatta gözümüze takılmayan ayrıntılar kitapta gözümüze sokulacak kadar gerçek ve iyi işlenmiş. Romanın anlatımında tekdüzelikten kurtulmak için, anlatı bazen birinci bazen üçüncü kişinin ağzından yapılıyor; mektup yazdırılıyor, günlük tutturuluyor. Okur da C.’nin sorununu, düşüncelerini, yaşam felsefesini ve duygularını kah C.’nin iç konuşmalarında, kah anlatıcıdan, kah C.’nin başkalarına söylediklerinden öğreniyor.
Yazımının üzerinden geçen ellinci yılın ardından Aylak Adam’ın yazıldığı ilk yıllara göre gerektiği değeri daha fazla gördüğünü söylemek en azından YKY’nin 2002’den beri yaptığı 19.uncu baskısından anlamak yeterli olacaktır. Yusuf Atılgan gibi çağdaş Türk Romancılığı’nın mihenk taşlarından birisinin yaşamı boyunca sadece iki tane roman kazandırması istemsiz bir burukluk ta bırakmıyor değil, Aylak Adam’ı okuduktan sonra.
NOT: Bu yazı Bahçeşehir Üniversitesi'nde Ahmet Cemal tarafından verilen Critical Thinking and Literary Criticism dersi vize projesi olarak yazılmıştır. Alıntı yapılırken referans gösterilmesi gerekmektedir.
Serkan Erden