Saturday, 25 September 2010

Yeni Tarz Müzik: Brendan Perry - Art



Dead Can Dance'in önemli parçası, muhterem kişilik Brendan Perry'nin son albümü dikkatimi çekti bir kitapevinde. Çağımıza farklı bir müzik tarzı katıyor Brendan Perry. Etnik müzik anlayışıyla yola çıksa da, kendine özgü birbirinden güzel müzikler yapıyor. Bu ikinci solo albümünü mutlaka dinlemelisiniz. Utopia, Wintersun, Crescent benim favori parçalarım. Tavsiye edilir.


Şarkı Listesi:

  • Babylon
  • The Bogus Man
  • Wintersun
  • Utopia
  • Inferno
  • This Boy
  • The Devil and the Deep Blue Sea
  • Crescent

Friday, 10 September 2010

Orhan Pamuk'un Yazma Gerekçeleri



Orhan Pamuk'a "Neden yazıyorsunuz?" sorusu sorulduktan sonraki cevabı büyüleyici:

"İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. `Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı` olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum."

Thursday, 9 September 2010

Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger




Yapı Kredi Yayınları'nın içinde dolaşıp kitap seçmeye çalışırken, kitabın kapağı çok dikkatimi çekmişti. Oldukça yumuşak bir turuncunun üstüne açık yeşil bir tonlamayla Çavdar Tarlasında Çocuklar yazıyordu. Elime alıp arka kapağını okumak istedim, kapak bomboştu. Kitap hakkında ne bir tanım vardı ne de bir referans. Sadece kapağın üstünde ufak bir sticker var o kadar: "Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap'tan Biri".

Daha önce Türkçe'ye Gönülçelen ismiyle Can Yayınları'ndan çıkan bu kitap hakkındaki eleştirileri okuduğumda, Coşkun Yerli tarafından çevrilen YKY baskısı diğer çevirisine göre çok çok fazla tatmin ediyormuş. Başta YKY çevirisi konusunda şüpheye düşmüştüm. Yazar, kitabı fazla sokak ağzıyla yazdığı için, çevirmen de kötü çevirili bir yabancı film formatında çevirmişti. Ama sonrasında kitabı okudukça, hikayedeki anlatılan kahramanımız Holden'ın kişiliğini biraz olsun gözünüzün önünde canlandırdıktan sonra, kullanılan dilin ancak bu kadar güzel olabileceğini seziyorsunuz. Dolayısıyla çevirinin de bir o kadar başarılı olabileceğini.


Holden karakteri okuduğu okuldan atılmıştır ve bunu ailesine söyleyememektedir. Okuduğu yatılı okuldan ayrılıp, noel tatili için eve dönmek zorunda olduğundan, birikmiş bir kaç dolar harçlığı ile başından geçen maceraların anlatıldığı bu kitap, aynı zamanda ergenlik çağının ortasındaki bir gencin iç dünyasına bakıştır. Ailesinin yanına, New York'a gidişi ve New York'ta geçirdiği bir kaç gün içerisinde Holden'ın başından geçen olayları kendi ağzından, kendi duygularıyla dinleyebilmek müthiş bir dünyaya sürüklüyor. Çok sevdiği kız kardeşi Phoebe, fazla yakınlık duymadığı diğer aile bireyleri, kaldığı yurttaki birbirinden ilginç arkadaşları, eskiden hoşlandığı kız, New York'ta buluştuğu öğretmenleri ve diğerleri, kısacası kitapta geçen herkesin Holden tarafından anlatılmasından mıdır bilinmez ama bütün karakterler en az Holden kadar ilginç tiplerdir. Yağmurlu ve soğuk kış günlerinde geçen bu kitap belki de çok enteresan bir senaryoya sahip değil. Dolayısla okurken cevabını aradığınız şeyler "Bu velet daha neler yapacak?" ya da "Evine dönecek mi?" gibi sorular oluyor, senaryoya bir noktadan sonra önem vermiyorsunuz.


Holden'ın o muhteşem konuşma tarzını okurken bir kaç günlüğüne siz de Holden gibi konuşmaya başlıyorsunuz. "Ben buna gerçekten bitiyorum işte, ne de mükemmel değil mi?" derken buluyorsunuz kendinizi, ya da her cümlenin sonuna "filan" derken, ya da "hasta ediyor bu beni" "lanet olası saçma şeyler işte" derken.

Holden: "Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor." diyor. İşte Çavdar Tarlasında Çocuklar tam böylesi bir kitap.




Serkan Erden

Saturday, 21 August 2010

Küresel ısınmanın değiştiremediği yaz gerçekleri

İlkbaharın son günlerinde haykırmaya başlamıştı televizyonlar; bu yazın anormal geçeceğini. Sadece bir önceki yıldan farklı bir şeylerin olduğunu ispatlamak istiyordu televizyondaki anlamsız suratlar. Uzun süren yaz yağmurlarının tatilcilere fırsat vermemesini işleyen haberlerinden birkaç gün sonra son bilmem kaç yılın en sıcak yazı olacağını haykırıyorlardı. Amaç sadece bir önceki yıldan daha farklı bir yıl geçtiğini söylemek, bir başka deyişle kendimizi özel hissetmek.

Belki haklıydılar; onlarca dereceye varan mevsimsel sıcaklık değişimleri gözleniyordu, Rusya tarihi boyunca görmediği sıcaklıklarla boğuşurken, Çin ve Pakistan'da muson fazla sertti. Fakat bilimin değişti demeye cesaret edemediği yaz gerçekleri değişmemişti. Tatil beldelerinde geçen unutulmaz günler, kışın hüznünün aksine geneli gülümseyen toplumlar ve yaz aşkları... Bu diğerlerinden farklı yaz mevsiminde, bütün küresel ısınmaya inat bazı değerler değişmiyordu. Evet belki yazlık sinemalarda izlenen filmler yerlerini avmlere bırakmışlardı. Evet belki göçmen kuşların yolculuk takvimi değişmişti. Belki yılların tatil ülkeleri; Yunanistan'ın, İtalya'nın ve diğer akdeniz ülkelerinin pek bir özelliği kalmamıştı. Fakat sonbaharın gelmesiyle, üzerimize alınan hırkalar ile birlikte, gece yarılarına kadar canlılığını korumuş şehir merkezlerini özleyecektik. Suyu sevmeyen insanların suyla olan yakın ilişkilerini. Yenilen her soğuk karpuzun tadını. Akşamüstü başlanılan günleri özleyecektik.

Belki kıyametin saatini bir dakika daha ileri aldıran bu yaz farklıydı tüm değişmezlerimize inat. Peki değiştirebilir miydi bir yaz aşkının duygularını? Bütün o zamansız biten tatilin anılarını? Kumsalda mayonun içine kaçan kum tanelerinin talihsizliğini? Belki biraz şaşmıştır en uzun ve kısa gecenin takvimi, ya da bayram tatilleri. Kim hissetmeyecek ki ağustosu geride bırakıp eylüle girilen, kavuran sıcaklığın serinliğe döndüğü o ütü kokan günlerde hüznü? Geçen seneden farklı geçen ve bilmem kaç yılın en sıcak yazını diğerlerinden ayıran ne olabilir?



Serkan Erden

Friday, 20 August 2010

Cannes Film Festivali'nde geçen bir gün: Kazanan Yalnızdır - Paulo Coelho


Blog yazılarına bir süre ara vermek zorunda kaldım. Bu süre içerisinde yazılacak bir çok konuyu not etmeyi unutmadım tabi ki. Elime güzel bir çok kitap geçti, onları ağustos ayı içerisinde sizlere tanıtmaya çalışacağım. Öncelikle konu bakımından beğendim bir kitabı ele alacağım.





Paulo Coelho'nun Can Yayınları'ndan çıkmış kitabı kütüphanedeyken elime tesadüf eseri geçti. Simyacı, On Bir Dakika, Zahir ve yeni kitabı Brida ile adını duyurmuş Brezilya'lı yazar bu kitabında Cannes Film Festivali'nin büyülü dünyasına götürüyor bizleri. Bütün olayın 1 gün içerisinde yaşandığı bu kitap, farklı tipteki insanların yaşamının kesiştiği bir olay örgüsü kurmuş. Orta yaşlı, kır saçlı, iyi giyimli rus milyoner İgor ve eski karısı Ewa. Ewa'nın yeni kocası, moda dünyasının bir numaralı tasarımcısı Hamid Hüssein. Bütün gençliği oyunculuk kurslarıyla geçmiş Amerikalı aktris Gabriela. Mankenlik rüyasıyla büyümüş, sektörün aradığı yeni güzel yüz Jasmine.

Hayallerinin kendilerini yönlendirmelerine izin veren bu insanların biyografik anlatımı içerisinde Cannes'daki "Süpersınıf" ın acınılacak durumu ise eleştirel bir şekilde anlatılmış; otuzlarından sonra bütün o alıştıkları şöhreti yitirmenin eşiğindeki kadınlar, her bir tanesi on binler değerindeki pırlantalar, smokinler, görünüş delisi erkekler, film festivaliyle alakasız akşam yemekleri ve partiler...

Paulo Coelho "Kitapta yazdığım her şeyi gördüm." diyor Kazanan Yalnızdır için. Süpersınıf'ın bunalımları, hayallerine uğraşmak için yeteneklerinden öte gösterişli bir dış görünüşün öne çıktığı film sektörü.

Altını çizdiğim bir kaç satırı sizle paylaşmak istiyorum, belki yazarın dili konusunda daha net bir fikre sahip olursunuz:

"Seçkinliği tanımı şöyle olmalı: Başkalarının hiç haberi olmasa bile en iyisini nerede bulacağını bilmek ve başkalarının ne diyeceğine bakmaksızın en iyisini yapmak"

"Hamid, herhangi bir konuda kararsız kaldığında, gençliğinde aldığı dersi hatırlar: Büyük bir riske girme anlamına gelse de, güç sahibi insanlara hayır de. Bu ilke hemen her zaman işlemiştir. İşlemediği bazı durumlarda da sonuçları onun beklediği kadar vahim olmamıştır."

"Ne de olsa, her insan sevmek ve sevdikleriyle yaşamak için gelmişti bu dünyaya."



Serkan Erden

Sunday, 23 May 2010

Bir Pazar Yazısı, İki Kelimenin Öyküsü


İki Kelimenin Öyküsü

Ne kadar fark vardır heyecan veren 'umut' kelimesi ile bütün o heyecanı yıkabilen 'unut' kelimesi arasında. Birisini söylediğinde optimistsindir, diğerini söylediğinde pesimist. Nedendir kelimelerle bu kadar güzel oynayabilmemiz? Nedendir koğuşunda şafak sayan saçı kısacık, sinekkaydı bir oğlan için 'umut'u yakıştırırız, diğer yandan özgürlüğe kavuşmak, deniz görebilmek hasretiyle mahpusluk yaşayana unutmak mubah görülür. Bir Kızılderili geleneğine göre en büyük lanet ise insana verilen 'umut', neyle besleneceğiz o büyük lanet olmadan, hangi gecenin sonunda yatağa girerken bir umudumuz olmadan dünü 'unutabileceğiz' büyük rüyalara dalmadan. Diyelim ki tekrar dönüp dalmak isteyeceğimiz kadar güzel bir rüyaysa gördüklerimiz, gerçekte olmasını 'umut' ederken, kapkaranlık bir kabustan uyanıp da annemizin yanına koştuğumuz da 'unut' gitsin denmeyecek midir? Sonrasında umutlarımız çabuk kırılır da unutmak ise çok acı çektirir, becerilemez bir türlü. Bu çabuk kırılan, çabuk unuttuğumuz umutları kaybetmemek için doğan çocuğa koyarız ismini, o bizimken her dakikasında umutlu yaşayalım ve bizim umudumuz olsun diye. Siz hiç duydunuz mu çocuğuna 'Unut' ismini koyan bir anne veya baba? Koyulan tek yer varsa bu kelimenin geçmişinde, o da bir ayrılık sonrası gönderilen çiçeğin üzerindeki karta yazılanıdır; 'Unut dün yaşananları, seviyorum seni'.

Bu kadar basittir kelimelerle oynamak, kelimelerden bir oyun yaratmak. Ve yine basittir sesteş olmaya çalışmış, becerememiş büyük anlamlar taşıyan iki kelimenin öyküsü.


Serkan Erden

Saturday, 22 May 2010

Tabutta Rövaşata ve Mahsun Karakteri Üzerine



Tabutta Rövaşata; isminin verdiği gizemle ve almış olduğu bir çok olumlu eleştiri ile izleyiciyi karşısına geçiriyor ve 75 dakika gibi kısa bir sürede tam anlamıyla kaybeden bir insanın yaşamını anlatıyor.

Baş rollerinde Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz ve Ayşen Aydemir'in rol aldığı bu kült filmin yönetmenliğini yapan ve senaryosunu yazan ise Derviş Zaim.
Mahsun Süpertitiz, hayatını inşaatlarda kalarak sürdüren, yakın arkadaşları tarafından karnı doyurulan, kimilerine göre deli, kimilerine göre akıllı bir evsizdir. Açamadığı kapı, çalamadığı araba yoktur. Filmin geçtiği 1996 yılında normal gibi karşılanan "falaka" cezasını o yemekten bıkmamıştır ama polis onu yakalamaktan ve dövmekten bıkmıştır. Rumeli Hisarı yakınlarındaki bir kahvede geçen olaylar silsilesinde eroinman bir kadına -Ayşen Aydemir- aşık olacaktır ve hayalini kurduğu tavus kuşları ve bu kadına ulaşmak için her şeyi yapacaktır.
Üşüdüğünde araba çalıp elini ısıtmak, çarptığı köpeği doktora götürmek, hayatta kalabilmek için polisten bir araba dolusu dayak yemeyi göze almaktır Tabutta Rövaşata. Hayatını renklendirmek için tavus kuşlarına sarılmak, ilk parasıyla arkadaşının mezarında içmek, bir kaç masum öpücük için gemileri yakmak, "çıkma ekmek" dışında bir tas çorbanın önemidir Tabutta Rövaşata. Yani aslında bu kadar sıkışmış bir hayatta yapılabileceklerin sınırının hem varlığı hem yokluğu, kısacası "Beni Taksim'e götür!!!" diye aciz duruma düşmektir. Mahsun Süpertitiz'ler her gün yanımızdan korkan gözlerle geçerken, onları daha iyi anlamamız içindir.

Filmdeki hayran bırakan oyunculuğuyla dikkat çeken Ayşen Aydemir'in de daha 35inde filmin çekildiği tarihten çok kısa bir süre sonra kanserden hayatını kaybetmiş olması bu "esrarlı" filmi Bab-ı Esrar müziği ile hüzünlü bir görüntüde hatırlamamıza sebep olacaktır.

Düşük bütçeli ve Neo-realizm esintisini yüzümüze yüzümüze vuran Tabutta Rövaşata hiç kuşkusuz Türk Sineması için önemli bir köşe taşıdır.


Serkan Erden

Wednesday, 12 May 2010

Aylak Adam Üzerine Eleştirel Bir Yazı



Yapı Kredi Yayınları: “Her şeye ‘karşı’ duran, ‘karşı’ olan bir adam… Aylak Adam… Bir adı bile yok. ‘C.’ Diyor Yusuf Atılgan kısaca.” diye tanımlıyor kitabın arka kapağında.

İsmi verilmekten bile çekinilmiş bir aylağın, C.’nin, dört mevsim boyunca yaşadıklarını kimi zaman C.’nin gözünde bireyselleştirirken, kimi zaman tanrısal bir bakış açısı ile olan biteni dışarıdan anlatmış, kimi zaman ise Ayşe’nin günlüklerine inerek sıkıcı bir dil kullanımından kaçınmıştır Yusuf Atılgan.

Babasına benzemek en büyük korkusu olan, yine babasından kaldığı yüklü miktarda bir mirasın sahibi ve bu miras ile hayatını idam ettiren “kahramanlaşamamış” bir kahramandır “C.”. Yürüyüşe çıkmayı, kitap ve tablolar satın almayı sever. Karaköy’den başlayan uzun yürüyüşleri Beyoğlu’nda sık sık bir sinema arasıyla sonlanır. Yaratmaya çalıştığı iki kişilik toplumlar için serbestçe davranılabilecek tek yerdir sinema onun için. “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan.” Diyor kitapta zaten. Ayşe’nin onu aradığı yer de sinema, dudakların buluştuğu ve ellerin tutuşulduğu yer de.

Kitabın başından itibaren çocukluktan sahip olduğu çeşitli tiklerin vurgusu yapılmasına karşın etkileyici bir kurguyla birçoğunun sebebini kitabın sonlarına doğru Ayşe’ye anlatılan o geçmişte öğreniriz. Kulağını kaşıdığı sayısız yer, bacaklara dokunamaması, bıyık bırakmak istememesi, “zengin değilim, paralıyım” vurgusu bunlardan sadece bir kaçı. Bunların sebebi; hayatında kurduğu ilk “iki kişilik toplum” olan Zehra Teyze’sinin babasıyla olan ilişkisini gördükten sonra babasına karşı duyduğu nefrettir. Babasının sinirli bir anında C’nin kulağını yırtmasından sonra kulak kaşıma tiki oluşur. En sevdiği ressamın Van Gogh olması, sebebi ise sol kulağını kesebilmesi olarak kitapta geçen vurgu, tramvayda giderken hayatının kadını olarak kitabın birkaç yerinde geçen B.’yi önünde oturan adamın kulak kirine baktığı için görememesi, sevgilisinin kulağını öpebildikten sonra şaşırması da kitaptaki diğer güzel ayrıntılar.

Kurduğu ilk iki kişilik toplumu olan Zehra Teyze annesinin ölümünden sonra, annelik kutsallığını ona verebilen kadındır. Sonrasında bu kadını cinsellik uzvu ile bir arada görünce sahip olduğu o iki kişilik toplum sona ermiştir C’ için. Kaybettiği bu iki kişilik toplumu tekrar kurabilmek için hayatına giren kadınları Zehra Teyze’sine olan benzerliklerine göre seçer. Romanın başında anlatılan Şaşı Kadın ve Güler’in benzerlikleri de yine ayrıntılarda yer alan güzel ipuçlarıdır.

Aradığı ideal kadını bulmak adına kahvehanelerde, lokantalarda bütün gününü öldüren bu aylak adam bu idealliği bulabilme ihtimalleriyle birkaç defa yüz yüze geliyor kitap boyunca. Yazar o kişiye kısaca B. diyor. Yukarıda da belirtildiği gibi tramvayda önündeki adamın kulağına değil de soluna baksa görecektir B.’yi. Ya da Sami’nin yemeğe yaptığı daveti kabul etse yine tanışabilme fırsatı olacaktır. Fakat yazar bütün bu ihtimallerin olmayacağını, olsa böyle bir hikayenin çıkmayacağını vurguluyor: “Sonra devetüyünün arkasından gitti. Her şey o bir anlık duruşta olup bitmişti. Gene yanıldı. Açık mavili B. idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti. Ama o Güler’le gitti. Tesadüf mü? Değildi.” Yazar zaman zaman birinci tekil şahıstan anlattığı hikayeyi bir anlatıcı gözünden anlatmaya başlamasının temel nedeni B. ile trajik olarak bir türlü tanışamamasını anlatabilmektir. C. kitabın yine son sayfalarında karşılaştığı B.’nin peşinden gitmeye çalışır, yetişemez. Zaten yetişseydi de aranılan mutluluk bulunduğu için bu hikaye hiçbir zaman olmayacaktır. Yazar Aylak Adam’daki iki kişilik toplumun bireylerine isim vermez B. ve C. kısaltmaları kullanır. A. niye yoktur bilinmez ama okuyucu A.’yı kolaylıkla Ayşe yapabilir, ta ki onla da iki kişilik toplum kurulamayıncaya kadar.

Yazarın sıklıkla vurguladığı ve aylak adamın içinde yer almak istemediği bir yirminci yüzyıl toplumu vardır. “İşte yirminci yüzyıl bu! Asfalta kusmak!” Meslek sahibi olmamanın ayıplandığı, sevilmeyen işlerin yapıldığı, dilenciliğin bile bir meslek gibi aynı gün ve saatte yapıldığı bir yüzyıldır yirminci yüzyıl. “Çalışmak bir gün hiç çalışmamak içindir.” Belki babası okuma deseymiş ya da komisyoncu olmasaymış C.’de bu bireylerin arasında yerlerini alacaktır ama o aylak olmayı seçmiştir. Kimi zaman sokak isimlerini yazmak gibi birkaç günlük uğraşlarla gününü geçirdiği türden bir aylaklık.

Yazıldığı yıllar itibariyle ele alındığında üzerinden elli yıl geçmesine rağmen, hala bir solukta okunulan bir dile, karmaşık bir kurguya sahip, kitabın sonuna doğru ilerlenirken karanlıkta kalan her nesnenin tamamı ile aydınlığa çıktığı bir başyapıt demek fazla abartılı olmaz. Yusuf Atılgan “Benim gerçek eserim günlük hayatımdır.” diyor. Sokakta görebileceğimiz cinsten sıradan bir karakter değildir C. ama günlük hayatta gözümüze takılmayan ayrıntılar kitapta gözümüze sokulacak kadar gerçek ve iyi işlenmiş. Romanın anlatımında tekdüzelikten kurtulmak için, anlatı bazen birinci bazen üçüncü kişinin ağzından yapılıyor; mektup yazdırılıyor, günlük tutturuluyor. Okur da C.’nin sorununu, düşüncelerini, yaşam felsefesini ve duygularını kah C.’nin iç konuşmalarında, kah anlatıcıdan, kah C.’nin başkalarına söylediklerinden öğreniyor.

Yazımının üzerinden geçen ellinci yılın ardından Aylak Adam’ın yazıldığı ilk yıllara göre gerektiği değeri daha fazla gördüğünü söylemek en azından YKY’nin 2002’den beri yaptığı 19.uncu baskısından anlamak yeterli olacaktır. Yusuf Atılgan gibi çağdaş Türk Romancılığı’nın mihenk taşlarından birisinin yaşamı boyunca sadece iki tane roman kazandırması istemsiz bir burukluk ta bırakmıyor değil, Aylak Adam’ı okuduktan sonra.


NOT: Bu yazı Bahçeşehir Üniversitesi'nde Ahmet Cemal tarafından verilen Critical Thinking and Literary Criticism dersi vize projesi olarak yazılmıştır. Alıntı yapılırken referans gösterilmesi gerekmektedir.


Serkan Erden


Sunday, 2 May 2010

Özlenen Gün 1 Mayıs 2010 - Taksim





33 yıl sonra ilk defa Taksim'de kutlanan 1 Mayıs 2010'dan ufak ufak notlar... .

Bu cumartesi, günümüz çok erken saatlerde başladı. Daha sabah 8'de haber kanalları özel yayınlarına girebilmek için hazırlıklarını tüm hızıyla sürdürüyorlardı. İstanbul dışından gelenler geceyi zaten Taksim'de geçirmişlerdi. Bütün yorgunluklarına rağmen 33 yıl sonra Taksim'de kutlanacak 1 Mayıs için oradaydı herkes. Yeni nesiller bu tecrübeyi ilk defa yaşarlarken, son defasında orada olan ve arkadaşlarını kaybedenler ise yüzlerine buruk bir acı ile karışmış mutluluklarıyla yürüyorlardı. Kimisi Şişli'den kimisi Dolmabahçe önünden...

İstanbul'un onlarca ayrı noktasından ayarladıkları servisleri ile bütün kollarını taşıyan TKP, işçi ve memur sendikaları DİSK, KESK, Eğitim Sen, Türk-iş, Hak-İş, Memur-Sen, diğer sol partiler, Halkevleri, CHP, taraftar grupları Çarşı ve Vamos Bien, sanatçılar Sine-Sen, Belgesel Sinema Birliği, haklarını arayan Feministler ve eşcinsel topluluklar... Herkes oradaydı.

Davulu zurnasıyla, marşlarıyla, sloganları, yaratıcı pankartları ve her şeyden önemlisi, aradıkları haklarıyla yürüdüler.

Güneş yüzümüze gülerken kontrol noktalarından girmeye başlandı, uzun soluklu bir parkur yol alındıktan sonra. Meydan gözükmeye başladığında "hoş geldiniz kardeşlerim" diye karşılandı her kime mensup olunursa olunsun.

Sine-sen ile birlikte yürüdüm ben. Sanatçılar, yapımcılar ve sinemaya gönül vermiş insanlarla yürümeyi tercih ettim. Tabi ki pankartlarımızda sinemaya gönül vermiş Adile Naşit vardı, Yılmaz Güney vardı, Ahmet Uluçay, Yaman Okay, İhsan Yüce vardı. Ağzımızda ise 1 Mayıs Marşı.

Meydan'a girildikten sonra sendika başkanları konuşma yaptı, aralarda sık sık 1 Mayıs Marşı, Ciao Bella, Bişey Yapmalı çaldı. Bu arada zaman geçerken dün geceden sabahlayanların üstüne yorgunluk çöktü ve Türk-İş başkanına gösterilen protestodan sonra gruplar halinde dağılındı.

Gördüğümüz şuydu ki, birbirimiz ile çatışmadan da kutlanabiliyormuş 1 Mayıs, polis müdahalesine gerek kalmadan, emekçinin ve işçinin hakkını gözeterek de kutlanabiliyormuş bu bayram. Her ne kadar bizler için ilk olsa da eskiler için Taksim'de olmak çok çok daha özeldi. Bu uğurda çok savaşmış kişilerin haklı gururu da vardı. Uzun yıllar sonra olaysız, kardeşlik mesajlarıyla bitmiş bir 1 Mayıs'da olmak herkes kadar bana da gurur verdi. Sonraki kitlesel eylemler için STK'lara ve diğer kuruluşları da teşvik etti.


Ekşi Sözlük yazarı "wax simulacra" nickli Görkem Keser'in makinesinden bir kaç fotoğraf:













































Serkan Erden

Friday, 2 April 2010

O gün de "Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu".























Ubor Metenga buluşmaları için Haldun Taner'in Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu isimli kitabı dolaştı bu ara elimde. Yazdığı tiyatrolarıyla kalbimizde taht kuran Haldun Taner'in öykücülükte de ne kadar iyi olduğunu anlama fırsatım oldu.

Kitapta birbirinden güzel öyküler var:

Konçinalar isimli öyküsünde yazarımız iskambil kağıtlarını çok güzel kişiselleştirilmiş. Kupa daha bir bizden iken, Sinek destesi Bizans'a benzetilir. Destedeki kızların yaptığı çapkınlıklar bütün mahallede konuşulur hale gelir ve erkek kardeşlerinin (vale) ne kadar kumarbaz olduğunu öğreniriz. Defalarca elimizden geçen iskambil kağıtlarına çok farklı bir gözden baktırır Haldun Taner.

Fasarya isimli öyküsünde, yazarımızın Fasarya lakaplı bir çocukluk arkadaşının bahtsız ve ilginç hayatını okuruz bir solukta. Bu avanak Fasarya'yı küçümseyen gözlerle dile getiren yazarımız hikayenin sonunda aslında ne kadar ortak kişiliklere sahip olduklarını dile getirerek bitirir hikayeyi. -Beğenerek okuduğum hikayelerden biridir-

Eczane'nin Akşam Müşterileri, küçük bir İstanbul mahallesindeki bir eczanede geçen lakırtıları okuyoruz bu hikayede. Günümüz toplumuna inat, komşuluk kavramının yitmediği bir zamanda geçiyor.

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu, kitaba ismini veren bu öyküyü kısa bir süre içerisinde 2-3 defa okuma şansım oldu ve Ubor Metenga buluşmasında birbirinden değerli edebiyatçıların yorumlarıyla daha anlamlı bir hale geldi. Bu kitabın benim için bu kadar önemli hale gelmesinin bir sebebi de Şişhane'de yağmurlu bir günde okumuş olmam sanırım. Ubor Metanga buluşmaları Şişhane'de ki IKSV binasında oluyor ve buluşmanın olduğu gün havanın yağmurlu olması da bir o kadar kerametti sanırım.
Çok uzatmadan öyküden bahsetmek istiyorum. Kalendar isminde belediyede temizlik arabasını çekmekle sorumlu bir at bir gün kendisini bir aynada görür ve aynada gördüğü görüntüden dolayı "kişner" ve sonrasında bir dizi olaya sebep olur. Kalendar'ın kişnemesi çok ilginç bir şekilde dünyanın bir ucundaki Sao Paulo'yu ve hatta Hamburg'u bile etkiler. Çok farklı bir ironi kullanan Haldun Taner hayattaki en ufak ayrıntının bile bütün dünyayı etkileyeceği vurgusunu mükemmel bir dille anlatır. Kesinlikle okunmasını tavsiye edebilirim.


Bu kitaptaki her öyküde çok farklı bir İstanbul mozaiği görüyoruz. Ermeni asıllısından, Roman vatandaşlarımıza kadar birbirleriyle yaşamayı bilen bir Türk Halkı bir de.

Kabare tiyatrosunun babası Haldun Taner'in Ayışığında "Çalışkur" isimli öyküsüyle beraber baskı yapan Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu öykülerini sizlere gözüm kapalı tavsiye edebilirim.


Serkan Erden

Wednesday, 24 March 2010

Adı İlhan'dı!


Adı İlhan'dı, sonrasında sorduğum kadarıyla daha 12 yaşındaydı. Gözleri o kadar derin bakıyordu ki, korktum bakamadım bir süre.

Adı İlhan'dı. Azar işitirken duydum adını. Kibarlık budalalığını maske olarak kullanan ve işindeki kutsallıktan bir nebze olsun bir şey alamamış bir sahafta rastladım ona, İlhan'a... Sonradan anladım, müşterilere yardım etmek için komik bir rakama çalışıyormuş.

Adının İlhan olduğunu azarlanırken duydum. Otuz beşlerinde bir adam ve bir bayan tarafından işini severek yapmadığı gerekçesiyle azarlanıyordu İlhan. Onlar müşterilere yardım etsin diye para veriyorlardı ona. İlhan'a...

Korktum kafamı çevirip bakmaya. Ya ağlarsa diye ben ağlayacaktım, korkarak baktığım anda gördüm ki öylesine dik duruyordu ki o lafları duyarken, bitirmelerini bekledi ve ekledi: "Eve 10'da varıyorum, ödevlerimi yapacak vaktim bile olmuyo."

"İlhan" dediler, "bir daha gelme, hem sen rahat edersin hem biz. Bir çocuk bile bu kadar sorun çıkarırsa..." Çocuktu, sorun çıkarıyordu. Çocuk olmanın suç olduğu bir toplumun bireyi olmaktan utandım.

"İlhan, al şu parayı!" dediler, almadı, geleli 2 saat olduğu için hak etmediğini söyledi, böylesine bir cevabı sanırım hiç kimse beklemiyordu bir an sessizlik olmuştu. Adının İlhan olduğunu hatırlatırcasına bir kez daha seslendiler, annenlere selam söyle diye de eklediler. İlhan bakakaldı. Hiç kovulmamıştı. 12 yaşında olduğunu hatırlarcasına bekledi bir kaç dakika.

Çıkmaya başladı sahafın merdivenlerini. Zar zor yetiştim İlhan'a, elimdeki Cemal Süreya kitabının parasını verdikten sonra. "Kaça gidiyorsun İlhan?" cevapladı "Orta 1". Boğazım düğümlenmişken, "zordur" demeyi ekleyebildim, zordur bazen yaşamak. "Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir" diyebilmek istedim, kelimeler çıkamadı İlhan'ın o gözlerine bakarken. Tarlabaşı'na doğru yol alırken fark etmeden yürümüşüm baya.

Sonunda dilim açılmışçasına "sen gururlu birisin" diyebildim. Çocuksun lafı yakışmazdı cümleye, bireydi çünkü karşımda duran minik beden. Yaşadığı her şeyin farkında olan ve 10 saat için 10 lira kazanan bir birey. Ne türlü konuşsam bilemeden sarılıp "kendine iyi bak" diyebildim sadece İlhan'a. Biliyorum ki bir gün bu yaşadıklarını yazacaksın gururla diye düşünerek baktım. Adı İlhan'dı ve 12 yaşındaydı. Daha çocuktu İlhan ama okuyan... Tarlabaşı'na doğru yol alırken bir daha baktım. Daha da bakamadım. Koşarcasına uzaklaştım. Kalakaldı elimdeki Cemal Süreya.

Kendine iyi bak İlhan!

Thursday, 11 March 2010

7 Oscar Ödüllü bir kült film: Schindler's List. Ve bizim Schindler'lerimiz!























2. Dünya Savaşı'nda Nazi güçlerinin uyguladığı inanılmaz vahşeti tüm gerçekliği ile gözler önüne seren bir film. Müzikleri, kurgusu, oyunculukları ve sayılamayacak detayıyla 197 dakikalık bir baş yapıt: Schindler's List.


(Bu yapıtı ele almak çok zor bir karardı sanırım. Her dakikasında, her saniyesinde büyük ayrıntılar gizli bu filmin hakkını verebilmek insanın üstüne büyük bir sorumluluk yüklüyor ama yok saymakta bir o kadar ayıp olurdu sanırım. Yazının bu noktasından sonra film ile ilgili içerik verilecektir* İzlemeyen kişilerin dikkatine!)


Filme ismini veren Oscar Schindler bir Nazi Almanı'dır. Her ne kadar başlarda anlaşılmaz bir kurgusu varmış gibi gözükse de, konu işlendikçe bu kişinin bir gettonun yakınına kurduğu fabrika ile kısa zamanda büyük paralar kazanmayı hedefleyen bir kişi olduğunu anlarız. Bu arada detaylarda kollarına Yahudi olduğunu simgeleyen bantlar takan insanlar, bölgede büyük bir söz sahibi olan Alman Nazilerinin işkenceleri, savaşın tam ortasında kalmış küçük çocuklar, yaşlılar, konuşmak bir yasak haline gelmiş bir halk gözükür.

Schindler babasının bir sözünü hatırlatır: "Hayatta üç şeye ihtiyacın olacak: İyi bir doktora, bağışlayıcı bir rahibe ve akıllı bir muhasebeciye." ve Yahudilerin arasından Itzhak Stern adında akıllı bir muhasebeci ayarlar kendisine ve çeşitli rüşvetlerle fabrikasını kurup bu gettodan daha ucuza çalıştırabilmek için Yahudi işçiler ayarlar.

Toplu halde "getto" ismini verdikleri mahallelerde toplam 16 bloktan oluşan küçük bir alanda yaşamak zorunluluğu getirilen Yahudi halkının dramı tüm çıplaklığı ile gösterilir. Gettoya sürgüne gitmek istemeyenlerin lağımlara sığındıkları ve lağımdaki Yahudi'ye bile tahammül edemeyen bir Nazi Ordusu görürürüz.

Yeni gelecek çok sayıda tutuklu Yahudi için yer açmaya çalışan Naziler, çok sayıda insanı hasta ve yaşlı diye iş görmez olarak gösterip katleder. Zaman zaman bu katliam kamp komutanı Amon Göth tarafından "bir oyun" haline dönüştürülür. Elindeki uzun namlulu silahıyla sırf canı sıkıldığı için Yahudi vurmaya kadar gider bu iş.

Evlerinden olmuş, çalışma hakları ellerinden alınmış ve hatta insanca yaşama hakkı bile çok görülen bu çok sayıda Yahudi her gün savaşın biteceği ve çocuklarının aydınlık yarınlara ulaşabileceği günleri beklerler. Ve ölmeden geçirilen her bir gün için şükür ederler. Schindler'in fabrikası da onları ölümden kurtarabilecek tek sığınak olarak gözükür onlara. Alman subaylarla arası çok sıkı olan Schindler yaşanılan vahşeti gördükçe onları daha çok sahiplenir.














Gettonun tasviyesi sırasında siyah beyaz devam eden bu filmdeki tek renkli karakter olan kırmızı paltolu kız çocuğu gözümüze ilişir. İnsanlığın sınav verdiği bu ortamda, o çocukluğundan hiçbir şey kaybetmemişçesine peltek peltek koşar ortada. Saklanmaya çalışır, havada uçuşan mermilerden birinin hedefi olmamak için saklanır ama sonrasındaki bir sahnede görürüz ki onunda kaçışı çok uzun sürmemiştir. Çok fazla sahiplendiğimiz o kız çocuğunun cesedini görmek elbetteki Schindler'i de etkiler ve yavaş yavaş kurtarabileceği her bir insanı düşünür Schindler.


















Çok kısa sürede büyük paralar kazanan Schindler, toplama kamplarına götürüp katledilecek 1100 kişinin değeri neyse satın almak ister rüşvet yoluyla ve uzun bir süredir kazandığı bütün parasıyla 1100 kişinin hayatını ölümün kapısından geri çevirmiştir. Filme ismini veren Schindler'in Listesi de aslında burada isimlerini yazdıkları listeden gelir. "Sayfada kalan her boşluk ölüm kokuyor." denir hatta filmde. O listeye giremeyen her isim, daktiloda isimlerinin harflerine basılmamak kadar ölüme yakın kişiler filmin ilerleyen sahnelerinde toplama kamplarında toplu gaz odalarında ölüme gidecektir.

Uzun soluklu bu filmin son sahnelerine doğru savaşın bittiğini dinlenir radyodan. Alman ordusunun kayıtsız şartsız teslim olduğu açıklanır radyodan. 1100 kişinin hayatını kurtaran bu Nazi Almanı Schindler Nazi Partisine üye olmak ve köle işçi çalıştırmak suçundan bu sefer savaş sonrası o av konumuna gelecekse de kendi hayatını düşünmez hiçbir zaman.

Evet ölüm kavramını bastıra bastıra vurgulayan bir Steven Spielberg filmidir bu. Her anı ölüm kokan, parayla satın alınan yaşamların olduğu bir filmin irdelemesidir aslında bu da. Son sahnesinde ise gözyaşlarına hiçbir şekilde engel olunamıyor. "Daha fazlasını kurtarabilirdim!" diye haykırıyor Oscar Schindler. Savaşın bütün gerçekliğine şahit olmuş olmak belki de son bölümlerde psikolojisine de iyice yansımaktadır ana karakterimizin ve hıçkırıklara boğularak ağlamaya başlar. Giydiği ipek takım elbiselerin bile en azından 3-4 kişinin hayatını kurtarabileceğini haykırır.

Son sahnede, sağ kalmayı başaran bu 1100 Yahudi minnettarlığını bildirmek için "Bir canı kurtarmak bütün dünyayı kurtarmaktır." yazılı bir yüzük ve bütün olan bitenin yazdığı ve imzalarının bulunduğu bir mektup verirler Schindler'e, Schindler de gözyaşları arasında arabasına binip yol alır. Ertesi sabah bir Sovyet askeri gelerek artık özgür olduklarını söyler Yahudilere. Sonrasında uzun serüvenli siyah beyaz film müthiş bir kurgu ile renkli bir hal alır ve günümüzdeki Schindler Yahudilerini ve Oscar Schindler'in mezarını göstererek biter.


Steven Spielberg'in fazla Yahudi yanlısı bir tutum takındığı sanırım en temel eleştiri bir çok kişi tarafından. Ama unutulmamalıdır ki, 6 milyondan fazla insanın katledildiği bir savaş bundan daha yumuşak bir şekilde anlatılamazdı sanırım. Geride kalanların hayatlarını kurtaran Oscar Schindler'in de Alman olması Almanlara karşı takınılmış bir tavır olmadığının açık bir göstergesidir fikrimce.

Bu başyapıtın müziklerine değinmeden geçmekte sanırım büyük haksızlık olur. John Williams'ın her ana uygun birbirinden güzel müzikleri dinlenmeye değerler.

1993 yapımı 7 Oscar kazanmış bu film zaman geçtikçe tekrar hatırlanılası bir kült yapım ve kanımca Pearl Harbor gibi savaş kültlerinden çok daha farklı, teknik ve oyunculuk bakımından eleştiriye kapalı bir şekilde daha başarılı.

***

Son olarak İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Türk Schindler'lerden bahsetmek gerek.

Bugün oğlu Coca Cola'nın CEO su olan Muhtar Kent'in babası eski diplomat Necdet Kent savaş döneminde Marsilya'da başkonsolosluk yapmıştır. Çok sayıda Yahudi'ye Türk Pasaportu vererek, onların yaşamlarını kurtarmış ve Üstün Hizmet Madalyası sahibi olmuştur. O dönemde Türk Schindler olarak tanınırmış.

Selahattin Ülkümen ise savaş sırasında Rodos Adası'nda konsolosluk yapmış ve iki yüze yakın Yahudinin toplama kamplarına gönderilmesini engellemiş ve 2000'li yıllarda BM tarafından onur ödülü almıştır.

Namık Kemal Yorga da savaş sırasında Paris büyükelçiliğinde görem yapmış ve yine benzer girişimlerle bir çok insanın hayatını kurtarmış ve üstün hizmet madalyası sahibi olmuş birisidir.



* spoiler


Serkan Erden

Monday, 1 March 2010

Fenomen Olmuş Bir Kahraman: Jesse James!





















Amerika'nın ilk popüler yıldızlarından birisi olan Jesse James ve onun "korkak" katili Robert Ford'un hikayesini ele alacağız bugün. Kimilerine göre yaptığı banka ve tren soygunları ile halk kahramanı olmuş, kimilerine göre halkı sömüren bir katilden başkası değil Jesse James. Peki gerçekte kimdi? Neydi onu efsane haline getiren şeyler?

Jesse James 1847 yılında doğmuş, yetişkinliği döneminde Amerikan iç savaşını çok yakından yaşamış bir soyguncu aslında. İç savaş sırasında gerilla kuvvetleriyle birlikte silahlı eylemlerle tanışmış, iç savaş sonrasında güçsüz kalan güney bölgesinde daha da güç kazanmıştır. Bu tecrübeli gerilla ekibiyle birlikte ABD’de ilk büyük banka soygunu olacak Clay County Savings Association Bankasını 13 şubat 1866 yılında soyacaktır.

Daha sonra kardeşleri ve en yakın arkadaşlarıyla birlikte James-Younger çetesini kuracak ve ülkede bir çok banka ve tren soygununa imza atacaktır. Tren soygunlarında yolcuları soymak yerine, tren kasasını hedef alması ve güçsüz halkın yanında duran bir imaj çizmesi halk arasında Robin Hood olarak gösterilmesine sebep olacaktır(*). Her ne kadar resmi belgelerde soygundan elde ettiği gelirin çete üyeleri dışına gitmediği belirtilse de, yaşamı sırasında hakkında tiyatro oyunları oynanmış, çizgi romanları çıkmıştır.

Amerika'nın büyük bankalarından birini soyacakları sırada çete büyük kayıplar vermiştir ve doğup büyüdüğü eski şehrine dönmeye karar verir Jesse ve yakınındaki bir kaç kişi.

***

Robert Ford ise gençliğinden beri Jesse James'in hikayelerini okuyarak büyümüş ve onun gibi olabilmeyi hedeflemiş toy bir gençtir. Yakın zamanda Jesse ile tanışacak, onu çeteye almasını isteyecektir. Fakat bazı psikolojik sorunları ve yüksek egosundan dolayı çetede dalga konusu olmuştur Robert. İçindeki Jesse James hayranlığı, ona daha fazla yaklaşması ile büyümüştür. Onun gibi olabilmek için adeta Jesse'nin attığı her adımın üstünden basarak geçmektedir. Onun yatağını kullanmaktadır gizli gizli ve hatta aynı tip ve renkte kıyafetler giymektedir. 2007 yılında çekilen The Assassination of Jesse James filminde Jesse James'in meşhur küvetteki banyosunu birebir taklit eden bir Robert Ford görürürüz hatta.


















Böylesine itaatkar bir genci Jesse James hayatının son yıllarında çevresindeki bir kaç adamdan birisi olarak seçmiştir. Yaralanan ve dağılan çeteyi bitirebilmek için dönemin valisi James için 10 bin dolar ödül koymuştur. Ölüsü ya da dirisi...

Hayatında defalarca kez çatışan, yaralı çıkan ve soygunlar gerçekleştiren Jasse James'i yakalamak sanırım hiç kolay değildir ve bu da halkın gözünde ölümsüz göstermektedir.

Amerika'nın en büyük bankalarından birini soymak için hazırlandıkları bir gün, Jesse'nin evinde sabah kahvaltısının ardından ani gelişen olaylardır belki de böylesine bir efsaneyi yaratan şey. Jesse James'i ilk defa silahsız görür Robert, havanın çok sıcak olması Jesse'e ceketini ve silahını çıkartır. Aniden duvarda duran bir resmin tozlandığını farkeder ve tozunu almak için sandalyenin üstüne çıkar. Filmde ilginç bir ayrıntı verirler burada, silahını hazırlayan Robert Ford'u resmin camından görür Jesse fakat hiç bir şekilde tepki vermeden silmeye devam eder ve en yakınındaki kişi tarafından korkakça arkasından vurulur. Vurmasının sebebi Jesse James için koyulan 10 bin dolarlık para mıdır yoksa onu vurunca onun kadar meşhur olacağı beklentisi midir halen bilinmez. Cinayetten hemen sonra Robert Ford dönemin valisine şöyle bir mektup yazmıştır.

Eng:
"on the morning of april 3, jess and i went downtown, as usual, before breakfast, for the papers. we got to the house about eight o'clock and sat down in the front room. jess was sitting with his back to me, reading the st. louis republican. i picked up the times, and the first thing i saw in big headlines was the story about dick liddil's surrender. just then mrs. james came in and said breakfast was ready. beside me was a chair with a shawl on it, and as quick as a flash i lifted it and shoved the paper under. jess couldn't have seen me, but he got up, walked over to the chair, picked up the shawl and threw it on the bed, and taking the paper, went out to the kitchen. i felt that the jig was up, but i followed and sat down at the table opposite jess.

mrs. james poured out the coffee and then sat down at one end of the table. jesse spread the paper on the table in front of him and began to look over the headlines. all at once jess said: "hello, here. the surrender of dick liddil." and he looked across at me with a glare in his eyes.

"young man, i thought you told me you didn't know that dick liddil had surrendered," he said.

i told him i didn't know it.

"'well," he said, "it's very strange. he surrendered three weeks ago and you was right there in the neighborhood. it looks fishy."

he continued to glare at me, and i got up and went into the front room. in a minute i heard jess push his chair back and walk to the door. he came in smiling, and said pleasantly: "well, bob, it's all right, anyway."

instantly his real purpose flashed upon my mind. i knew i had not fooled him. he was too sharp for that. he knew at that moment as well as i did that i was there to betray him. but he was not going to kill me in the presence of his wife and children. he walked over to the bed, and deliberately unbuckled his belt, with four revolvers in it, and threw it on the bed. it was the first time in my life i had seen him without that belt on, and i knew that he threw it off to further quiet any suspicions i might have.

he seemed to want to busy himself with something to make an impression on my mind that he had forgotten the incident at the breakfast table, and said: "that picture is awful dusty." there wasn't a speck of dust that i could see on the picture, but he stood a chair beneath it and then got upon it and began to dust the picture on the wall.

as he stood there, unarmed, with his back to me, it came to me suddenly, 'now or never is your chance. if you don't get him now he'll get you tonight.' without further thought or a moment's delay i pulled my revolver and leveled it as i sat. he heard the hammer click as i cocked it with my thumb and started to turn as i pulled the trigger. the ball struck him just behind the ear and he fell like a log, dead."


Türkçe:

"3 nisan sabahı jesse ve ben her zamanki gibi kahvaltıdan önce gazete almaya merkeze gittik. eve 8 gibi vardık ve odanın karşısında oturmaya başladık. jesse bana arkasını dönük oturup St. Louis Republican'ı okuyordu. Times'ı aldım elime, gördüğüm ilk şey manşette Dick Liddil'ın teslim olmasıydı. O arada bayan James geldi ve kahvaltının hazır olduğunu söyledi. hemen yanımda duran sandalyenin üstünde bir şal vardı, hemen onunla gazeteyi örttüm. jesse farketti ama göremedi, sandalyeye doğru geldi, şalı yatağa doğru fırlatıp gazeteyi aldı. sonra mutfağa gitti. ardından ben de gittim mutfağa ve jesse'in karşısına oturdum.

Bayan james kahve koydu ve masanın sonuna oturdu. jesse gazeteyi masaya yaymış başlıkları bakıyordu. "baksana, Dick Liddil'in yakalanışını yazmışlar" dedi ve bana doğru baktı sertçe.

"Genç adam! Dick Liddil'in yakalandığını bilmediğini düşünüyordum" dedi.

Bilmediğimi söyledim.

"peki" dedi, "çok ilginç, üç hafta önce yakalanmış ve sen onun komşusuydun o zaman, hiç inandırıcı değil."

kızgın bakışlar atmaya devam ederken, ben kalktım ve karşı odaya geçtim. bir dakika sonra, jesse'nin sandalyesini ve kapıya doğru yürüyüşünü duydum. "önemli değil bob, herneyse." dedi gülerek ve mutlu bir edayla.

Onu kandıramadığımı biliyordum. çok sinirliydi. orada onu satmak için olduğumu benim kadar iyi biliyordu o an. çocukları ve karısının yanında öldürmeyecekti beni elbette. yatağa doğru yürüdü ve kasıtlı olarak kemerini çıkardı tabancasıyla birlikte ve yatağa attı. bu onu silahsız ve kemersiz ilk görüşümdü.

bir şeylerle uğraşmak istiyordu kahvaltı masasında olanları unutturabilmek için. ve "şu resim baya tozlanmış" dedi. görebildiğim kadarıyla hiç toz yoktu. bir sandelye çekti ve resmi eline alıp tozunu almaya başladı.

oradaydı, silahsız, arkası bana dönük... birden düşündüm. "ya şimdi ya hiç. eğer onur vurmazsan, o seni vuracak akşam." ertelemeden altı patlarımı çektim ve otururken hazırladım. silahın sesini duymuş olmalı ki bana doğru dönerken silahı ateşledim. kulağının arkasından vurmuştum. Birden kütük gibi yere düştü ve öldü.**"






















Mektuptan da anlaşılacağı gibi çok korkakça öldürülmüştür Jesse James. Ve sonrasında büyük şöhret sahibi olmayı bekleyen Robert Ford halk tarafından "Korkak Ford" olarak çağırılmıştır.

Ve eklemek gerekirse James'in mezarı üzerinde şöyle yazmaktadır: "Adı burada anılmaya değmeyecek dost bildigi bir alçak tarafından arkasından vurularak öldürülmüştür"




* Red Kit'in bir bölümünde konu edilen Jesse James, Robin Hood olmaya karar verir ve ironik bir şekilde eleştirilir aslında burada da.

** Çeviri benim tarafımdan yapılmıştır. Hatalar için özür dilerim.



Serkan Erden