Wednesday 24 March 2010

Adı İlhan'dı!


Adı İlhan'dı, sonrasında sorduğum kadarıyla daha 12 yaşındaydı. Gözleri o kadar derin bakıyordu ki, korktum bakamadım bir süre.

Adı İlhan'dı. Azar işitirken duydum adını. Kibarlık budalalığını maske olarak kullanan ve işindeki kutsallıktan bir nebze olsun bir şey alamamış bir sahafta rastladım ona, İlhan'a... Sonradan anladım, müşterilere yardım etmek için komik bir rakama çalışıyormuş.

Adının İlhan olduğunu azarlanırken duydum. Otuz beşlerinde bir adam ve bir bayan tarafından işini severek yapmadığı gerekçesiyle azarlanıyordu İlhan. Onlar müşterilere yardım etsin diye para veriyorlardı ona. İlhan'a...

Korktum kafamı çevirip bakmaya. Ya ağlarsa diye ben ağlayacaktım, korkarak baktığım anda gördüm ki öylesine dik duruyordu ki o lafları duyarken, bitirmelerini bekledi ve ekledi: "Eve 10'da varıyorum, ödevlerimi yapacak vaktim bile olmuyo."

"İlhan" dediler, "bir daha gelme, hem sen rahat edersin hem biz. Bir çocuk bile bu kadar sorun çıkarırsa..." Çocuktu, sorun çıkarıyordu. Çocuk olmanın suç olduğu bir toplumun bireyi olmaktan utandım.

"İlhan, al şu parayı!" dediler, almadı, geleli 2 saat olduğu için hak etmediğini söyledi, böylesine bir cevabı sanırım hiç kimse beklemiyordu bir an sessizlik olmuştu. Adının İlhan olduğunu hatırlatırcasına bir kez daha seslendiler, annenlere selam söyle diye de eklediler. İlhan bakakaldı. Hiç kovulmamıştı. 12 yaşında olduğunu hatırlarcasına bekledi bir kaç dakika.

Çıkmaya başladı sahafın merdivenlerini. Zar zor yetiştim İlhan'a, elimdeki Cemal Süreya kitabının parasını verdikten sonra. "Kaça gidiyorsun İlhan?" cevapladı "Orta 1". Boğazım düğümlenmişken, "zordur" demeyi ekleyebildim, zordur bazen yaşamak. "Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir" diyebilmek istedim, kelimeler çıkamadı İlhan'ın o gözlerine bakarken. Tarlabaşı'na doğru yol alırken fark etmeden yürümüşüm baya.

Sonunda dilim açılmışçasına "sen gururlu birisin" diyebildim. Çocuksun lafı yakışmazdı cümleye, bireydi çünkü karşımda duran minik beden. Yaşadığı her şeyin farkında olan ve 10 saat için 10 lira kazanan bir birey. Ne türlü konuşsam bilemeden sarılıp "kendine iyi bak" diyebildim sadece İlhan'a. Biliyorum ki bir gün bu yaşadıklarını yazacaksın gururla diye düşünerek baktım. Adı İlhan'dı ve 12 yaşındaydı. Daha çocuktu İlhan ama okuyan... Tarlabaşı'na doğru yol alırken bir daha baktım. Daha da bakamadım. Koşarcasına uzaklaştım. Kalakaldı elimdeki Cemal Süreya.

Kendine iyi bak İlhan!

Thursday 11 March 2010

7 Oscar Ödüllü bir kült film: Schindler's List. Ve bizim Schindler'lerimiz!























2. Dünya Savaşı'nda Nazi güçlerinin uyguladığı inanılmaz vahşeti tüm gerçekliği ile gözler önüne seren bir film. Müzikleri, kurgusu, oyunculukları ve sayılamayacak detayıyla 197 dakikalık bir baş yapıt: Schindler's List.


(Bu yapıtı ele almak çok zor bir karardı sanırım. Her dakikasında, her saniyesinde büyük ayrıntılar gizli bu filmin hakkını verebilmek insanın üstüne büyük bir sorumluluk yüklüyor ama yok saymakta bir o kadar ayıp olurdu sanırım. Yazının bu noktasından sonra film ile ilgili içerik verilecektir* İzlemeyen kişilerin dikkatine!)


Filme ismini veren Oscar Schindler bir Nazi Almanı'dır. Her ne kadar başlarda anlaşılmaz bir kurgusu varmış gibi gözükse de, konu işlendikçe bu kişinin bir gettonun yakınına kurduğu fabrika ile kısa zamanda büyük paralar kazanmayı hedefleyen bir kişi olduğunu anlarız. Bu arada detaylarda kollarına Yahudi olduğunu simgeleyen bantlar takan insanlar, bölgede büyük bir söz sahibi olan Alman Nazilerinin işkenceleri, savaşın tam ortasında kalmış küçük çocuklar, yaşlılar, konuşmak bir yasak haline gelmiş bir halk gözükür.

Schindler babasının bir sözünü hatırlatır: "Hayatta üç şeye ihtiyacın olacak: İyi bir doktora, bağışlayıcı bir rahibe ve akıllı bir muhasebeciye." ve Yahudilerin arasından Itzhak Stern adında akıllı bir muhasebeci ayarlar kendisine ve çeşitli rüşvetlerle fabrikasını kurup bu gettodan daha ucuza çalıştırabilmek için Yahudi işçiler ayarlar.

Toplu halde "getto" ismini verdikleri mahallelerde toplam 16 bloktan oluşan küçük bir alanda yaşamak zorunluluğu getirilen Yahudi halkının dramı tüm çıplaklığı ile gösterilir. Gettoya sürgüne gitmek istemeyenlerin lağımlara sığındıkları ve lağımdaki Yahudi'ye bile tahammül edemeyen bir Nazi Ordusu görürürüz.

Yeni gelecek çok sayıda tutuklu Yahudi için yer açmaya çalışan Naziler, çok sayıda insanı hasta ve yaşlı diye iş görmez olarak gösterip katleder. Zaman zaman bu katliam kamp komutanı Amon Göth tarafından "bir oyun" haline dönüştürülür. Elindeki uzun namlulu silahıyla sırf canı sıkıldığı için Yahudi vurmaya kadar gider bu iş.

Evlerinden olmuş, çalışma hakları ellerinden alınmış ve hatta insanca yaşama hakkı bile çok görülen bu çok sayıda Yahudi her gün savaşın biteceği ve çocuklarının aydınlık yarınlara ulaşabileceği günleri beklerler. Ve ölmeden geçirilen her bir gün için şükür ederler. Schindler'in fabrikası da onları ölümden kurtarabilecek tek sığınak olarak gözükür onlara. Alman subaylarla arası çok sıkı olan Schindler yaşanılan vahşeti gördükçe onları daha çok sahiplenir.














Gettonun tasviyesi sırasında siyah beyaz devam eden bu filmdeki tek renkli karakter olan kırmızı paltolu kız çocuğu gözümüze ilişir. İnsanlığın sınav verdiği bu ortamda, o çocukluğundan hiçbir şey kaybetmemişçesine peltek peltek koşar ortada. Saklanmaya çalışır, havada uçuşan mermilerden birinin hedefi olmamak için saklanır ama sonrasındaki bir sahnede görürüz ki onunda kaçışı çok uzun sürmemiştir. Çok fazla sahiplendiğimiz o kız çocuğunun cesedini görmek elbetteki Schindler'i de etkiler ve yavaş yavaş kurtarabileceği her bir insanı düşünür Schindler.


















Çok kısa sürede büyük paralar kazanan Schindler, toplama kamplarına götürüp katledilecek 1100 kişinin değeri neyse satın almak ister rüşvet yoluyla ve uzun bir süredir kazandığı bütün parasıyla 1100 kişinin hayatını ölümün kapısından geri çevirmiştir. Filme ismini veren Schindler'in Listesi de aslında burada isimlerini yazdıkları listeden gelir. "Sayfada kalan her boşluk ölüm kokuyor." denir hatta filmde. O listeye giremeyen her isim, daktiloda isimlerinin harflerine basılmamak kadar ölüme yakın kişiler filmin ilerleyen sahnelerinde toplama kamplarında toplu gaz odalarında ölüme gidecektir.

Uzun soluklu bu filmin son sahnelerine doğru savaşın bittiğini dinlenir radyodan. Alman ordusunun kayıtsız şartsız teslim olduğu açıklanır radyodan. 1100 kişinin hayatını kurtaran bu Nazi Almanı Schindler Nazi Partisine üye olmak ve köle işçi çalıştırmak suçundan bu sefer savaş sonrası o av konumuna gelecekse de kendi hayatını düşünmez hiçbir zaman.

Evet ölüm kavramını bastıra bastıra vurgulayan bir Steven Spielberg filmidir bu. Her anı ölüm kokan, parayla satın alınan yaşamların olduğu bir filmin irdelemesidir aslında bu da. Son sahnesinde ise gözyaşlarına hiçbir şekilde engel olunamıyor. "Daha fazlasını kurtarabilirdim!" diye haykırıyor Oscar Schindler. Savaşın bütün gerçekliğine şahit olmuş olmak belki de son bölümlerde psikolojisine de iyice yansımaktadır ana karakterimizin ve hıçkırıklara boğularak ağlamaya başlar. Giydiği ipek takım elbiselerin bile en azından 3-4 kişinin hayatını kurtarabileceğini haykırır.

Son sahnede, sağ kalmayı başaran bu 1100 Yahudi minnettarlığını bildirmek için "Bir canı kurtarmak bütün dünyayı kurtarmaktır." yazılı bir yüzük ve bütün olan bitenin yazdığı ve imzalarının bulunduğu bir mektup verirler Schindler'e, Schindler de gözyaşları arasında arabasına binip yol alır. Ertesi sabah bir Sovyet askeri gelerek artık özgür olduklarını söyler Yahudilere. Sonrasında uzun serüvenli siyah beyaz film müthiş bir kurgu ile renkli bir hal alır ve günümüzdeki Schindler Yahudilerini ve Oscar Schindler'in mezarını göstererek biter.


Steven Spielberg'in fazla Yahudi yanlısı bir tutum takındığı sanırım en temel eleştiri bir çok kişi tarafından. Ama unutulmamalıdır ki, 6 milyondan fazla insanın katledildiği bir savaş bundan daha yumuşak bir şekilde anlatılamazdı sanırım. Geride kalanların hayatlarını kurtaran Oscar Schindler'in de Alman olması Almanlara karşı takınılmış bir tavır olmadığının açık bir göstergesidir fikrimce.

Bu başyapıtın müziklerine değinmeden geçmekte sanırım büyük haksızlık olur. John Williams'ın her ana uygun birbirinden güzel müzikleri dinlenmeye değerler.

1993 yapımı 7 Oscar kazanmış bu film zaman geçtikçe tekrar hatırlanılası bir kült yapım ve kanımca Pearl Harbor gibi savaş kültlerinden çok daha farklı, teknik ve oyunculuk bakımından eleştiriye kapalı bir şekilde daha başarılı.

***

Son olarak İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Türk Schindler'lerden bahsetmek gerek.

Bugün oğlu Coca Cola'nın CEO su olan Muhtar Kent'in babası eski diplomat Necdet Kent savaş döneminde Marsilya'da başkonsolosluk yapmıştır. Çok sayıda Yahudi'ye Türk Pasaportu vererek, onların yaşamlarını kurtarmış ve Üstün Hizmet Madalyası sahibi olmuştur. O dönemde Türk Schindler olarak tanınırmış.

Selahattin Ülkümen ise savaş sırasında Rodos Adası'nda konsolosluk yapmış ve iki yüze yakın Yahudinin toplama kamplarına gönderilmesini engellemiş ve 2000'li yıllarda BM tarafından onur ödülü almıştır.

Namık Kemal Yorga da savaş sırasında Paris büyükelçiliğinde görem yapmış ve yine benzer girişimlerle bir çok insanın hayatını kurtarmış ve üstün hizmet madalyası sahibi olmuş birisidir.



* spoiler


Serkan Erden

Monday 1 March 2010

Fenomen Olmuş Bir Kahraman: Jesse James!





















Amerika'nın ilk popüler yıldızlarından birisi olan Jesse James ve onun "korkak" katili Robert Ford'un hikayesini ele alacağız bugün. Kimilerine göre yaptığı banka ve tren soygunları ile halk kahramanı olmuş, kimilerine göre halkı sömüren bir katilden başkası değil Jesse James. Peki gerçekte kimdi? Neydi onu efsane haline getiren şeyler?

Jesse James 1847 yılında doğmuş, yetişkinliği döneminde Amerikan iç savaşını çok yakından yaşamış bir soyguncu aslında. İç savaş sırasında gerilla kuvvetleriyle birlikte silahlı eylemlerle tanışmış, iç savaş sonrasında güçsüz kalan güney bölgesinde daha da güç kazanmıştır. Bu tecrübeli gerilla ekibiyle birlikte ABD’de ilk büyük banka soygunu olacak Clay County Savings Association Bankasını 13 şubat 1866 yılında soyacaktır.

Daha sonra kardeşleri ve en yakın arkadaşlarıyla birlikte James-Younger çetesini kuracak ve ülkede bir çok banka ve tren soygununa imza atacaktır. Tren soygunlarında yolcuları soymak yerine, tren kasasını hedef alması ve güçsüz halkın yanında duran bir imaj çizmesi halk arasında Robin Hood olarak gösterilmesine sebep olacaktır(*). Her ne kadar resmi belgelerde soygundan elde ettiği gelirin çete üyeleri dışına gitmediği belirtilse de, yaşamı sırasında hakkında tiyatro oyunları oynanmış, çizgi romanları çıkmıştır.

Amerika'nın büyük bankalarından birini soyacakları sırada çete büyük kayıplar vermiştir ve doğup büyüdüğü eski şehrine dönmeye karar verir Jesse ve yakınındaki bir kaç kişi.

***

Robert Ford ise gençliğinden beri Jesse James'in hikayelerini okuyarak büyümüş ve onun gibi olabilmeyi hedeflemiş toy bir gençtir. Yakın zamanda Jesse ile tanışacak, onu çeteye almasını isteyecektir. Fakat bazı psikolojik sorunları ve yüksek egosundan dolayı çetede dalga konusu olmuştur Robert. İçindeki Jesse James hayranlığı, ona daha fazla yaklaşması ile büyümüştür. Onun gibi olabilmek için adeta Jesse'nin attığı her adımın üstünden basarak geçmektedir. Onun yatağını kullanmaktadır gizli gizli ve hatta aynı tip ve renkte kıyafetler giymektedir. 2007 yılında çekilen The Assassination of Jesse James filminde Jesse James'in meşhur küvetteki banyosunu birebir taklit eden bir Robert Ford görürürüz hatta.


















Böylesine itaatkar bir genci Jesse James hayatının son yıllarında çevresindeki bir kaç adamdan birisi olarak seçmiştir. Yaralanan ve dağılan çeteyi bitirebilmek için dönemin valisi James için 10 bin dolar ödül koymuştur. Ölüsü ya da dirisi...

Hayatında defalarca kez çatışan, yaralı çıkan ve soygunlar gerçekleştiren Jasse James'i yakalamak sanırım hiç kolay değildir ve bu da halkın gözünde ölümsüz göstermektedir.

Amerika'nın en büyük bankalarından birini soymak için hazırlandıkları bir gün, Jesse'nin evinde sabah kahvaltısının ardından ani gelişen olaylardır belki de böylesine bir efsaneyi yaratan şey. Jesse James'i ilk defa silahsız görür Robert, havanın çok sıcak olması Jesse'e ceketini ve silahını çıkartır. Aniden duvarda duran bir resmin tozlandığını farkeder ve tozunu almak için sandalyenin üstüne çıkar. Filmde ilginç bir ayrıntı verirler burada, silahını hazırlayan Robert Ford'u resmin camından görür Jesse fakat hiç bir şekilde tepki vermeden silmeye devam eder ve en yakınındaki kişi tarafından korkakça arkasından vurulur. Vurmasının sebebi Jesse James için koyulan 10 bin dolarlık para mıdır yoksa onu vurunca onun kadar meşhur olacağı beklentisi midir halen bilinmez. Cinayetten hemen sonra Robert Ford dönemin valisine şöyle bir mektup yazmıştır.

Eng:
"on the morning of april 3, jess and i went downtown, as usual, before breakfast, for the papers. we got to the house about eight o'clock and sat down in the front room. jess was sitting with his back to me, reading the st. louis republican. i picked up the times, and the first thing i saw in big headlines was the story about dick liddil's surrender. just then mrs. james came in and said breakfast was ready. beside me was a chair with a shawl on it, and as quick as a flash i lifted it and shoved the paper under. jess couldn't have seen me, but he got up, walked over to the chair, picked up the shawl and threw it on the bed, and taking the paper, went out to the kitchen. i felt that the jig was up, but i followed and sat down at the table opposite jess.

mrs. james poured out the coffee and then sat down at one end of the table. jesse spread the paper on the table in front of him and began to look over the headlines. all at once jess said: "hello, here. the surrender of dick liddil." and he looked across at me with a glare in his eyes.

"young man, i thought you told me you didn't know that dick liddil had surrendered," he said.

i told him i didn't know it.

"'well," he said, "it's very strange. he surrendered three weeks ago and you was right there in the neighborhood. it looks fishy."

he continued to glare at me, and i got up and went into the front room. in a minute i heard jess push his chair back and walk to the door. he came in smiling, and said pleasantly: "well, bob, it's all right, anyway."

instantly his real purpose flashed upon my mind. i knew i had not fooled him. he was too sharp for that. he knew at that moment as well as i did that i was there to betray him. but he was not going to kill me in the presence of his wife and children. he walked over to the bed, and deliberately unbuckled his belt, with four revolvers in it, and threw it on the bed. it was the first time in my life i had seen him without that belt on, and i knew that he threw it off to further quiet any suspicions i might have.

he seemed to want to busy himself with something to make an impression on my mind that he had forgotten the incident at the breakfast table, and said: "that picture is awful dusty." there wasn't a speck of dust that i could see on the picture, but he stood a chair beneath it and then got upon it and began to dust the picture on the wall.

as he stood there, unarmed, with his back to me, it came to me suddenly, 'now or never is your chance. if you don't get him now he'll get you tonight.' without further thought or a moment's delay i pulled my revolver and leveled it as i sat. he heard the hammer click as i cocked it with my thumb and started to turn as i pulled the trigger. the ball struck him just behind the ear and he fell like a log, dead."


Türkçe:

"3 nisan sabahı jesse ve ben her zamanki gibi kahvaltıdan önce gazete almaya merkeze gittik. eve 8 gibi vardık ve odanın karşısında oturmaya başladık. jesse bana arkasını dönük oturup St. Louis Republican'ı okuyordu. Times'ı aldım elime, gördüğüm ilk şey manşette Dick Liddil'ın teslim olmasıydı. O arada bayan James geldi ve kahvaltının hazır olduğunu söyledi. hemen yanımda duran sandalyenin üstünde bir şal vardı, hemen onunla gazeteyi örttüm. jesse farketti ama göremedi, sandalyeye doğru geldi, şalı yatağa doğru fırlatıp gazeteyi aldı. sonra mutfağa gitti. ardından ben de gittim mutfağa ve jesse'in karşısına oturdum.

Bayan james kahve koydu ve masanın sonuna oturdu. jesse gazeteyi masaya yaymış başlıkları bakıyordu. "baksana, Dick Liddil'in yakalanışını yazmışlar" dedi ve bana doğru baktı sertçe.

"Genç adam! Dick Liddil'in yakalandığını bilmediğini düşünüyordum" dedi.

Bilmediğimi söyledim.

"peki" dedi, "çok ilginç, üç hafta önce yakalanmış ve sen onun komşusuydun o zaman, hiç inandırıcı değil."

kızgın bakışlar atmaya devam ederken, ben kalktım ve karşı odaya geçtim. bir dakika sonra, jesse'nin sandalyesini ve kapıya doğru yürüyüşünü duydum. "önemli değil bob, herneyse." dedi gülerek ve mutlu bir edayla.

Onu kandıramadığımı biliyordum. çok sinirliydi. orada onu satmak için olduğumu benim kadar iyi biliyordu o an. çocukları ve karısının yanında öldürmeyecekti beni elbette. yatağa doğru yürüdü ve kasıtlı olarak kemerini çıkardı tabancasıyla birlikte ve yatağa attı. bu onu silahsız ve kemersiz ilk görüşümdü.

bir şeylerle uğraşmak istiyordu kahvaltı masasında olanları unutturabilmek için. ve "şu resim baya tozlanmış" dedi. görebildiğim kadarıyla hiç toz yoktu. bir sandelye çekti ve resmi eline alıp tozunu almaya başladı.

oradaydı, silahsız, arkası bana dönük... birden düşündüm. "ya şimdi ya hiç. eğer onur vurmazsan, o seni vuracak akşam." ertelemeden altı patlarımı çektim ve otururken hazırladım. silahın sesini duymuş olmalı ki bana doğru dönerken silahı ateşledim. kulağının arkasından vurmuştum. Birden kütük gibi yere düştü ve öldü.**"






















Mektuptan da anlaşılacağı gibi çok korkakça öldürülmüştür Jesse James. Ve sonrasında büyük şöhret sahibi olmayı bekleyen Robert Ford halk tarafından "Korkak Ford" olarak çağırılmıştır.

Ve eklemek gerekirse James'in mezarı üzerinde şöyle yazmaktadır: "Adı burada anılmaya değmeyecek dost bildigi bir alçak tarafından arkasından vurularak öldürülmüştür"




* Red Kit'in bir bölümünde konu edilen Jesse James, Robin Hood olmaya karar verir ve ironik bir şekilde eleştirilir aslında burada da.

** Çeviri benim tarafımdan yapılmıştır. Hatalar için özür dilerim.



Serkan Erden

140 Karakterli Bir Yaşam: Twitter!















Çok kısa bir süre içerisinde Türkiye'de de yaygınlaşmaya başladı. Magazinsel yüzlerin kullanmaktan çekinmediği ve her fırsatta fikirlerini ortalığa yayıp, toplum terbiyesi vermeye çalıştıkları bu ortamı tabiki bizlerde severek takip ediyoruz.

Verilen 140 karakter ile aslında "o an ne yaptığımız" ı hedefleyen Twitter, daha sonrasında "neler yaşıyoruz" u hedef aldı. Kullanım yoğunluğu çok eskiye dayanmayan bu sosyal ağ şimdiden "tweet etmek" gibi bir fiili dilimize soktu bile. bkz: tweet

Biri Bizi Gözetliyor mantığındaki programları çok tutan milenyum insanını iyi tanımak gerek tabi, Twiter'ı kötülemeden önce. Yüzyıllardır kendine dönük yaşayan bizler artık, izlenilmekten hoşlanıyoruz. Büyük şehirlerde yalnız kaldığımız her anda bile yaptıklarımızın duyulmasını, okunmasını istiyoruz. Böylece mirc, icq, msn, yonja, myspace, facebook gibi bir çok çabuk iletişime geçme ve haber olmak konusundaki çabalarımızı Twitter ile taçlandırmış olduk.

Bir bakıyoruz ki tabu olmuş ünlü simalar katıldıkları galalardan, çıktıkları çekimlerden ve yurt dışı seyahatlerinden neler yaptıklarını bizlerle paylaşır hale gelmişler. Hatta bazen abartıp, ayakkabılarını bağladıklarını, tuvalete gittiklerini bile eklemeyi unutmamışlar. Böyle olunca da düşünüyorum bazen, güzel bir reklam mı acaba bu, yoksa yüzlere maske geçirmiş televizyondan fırlayan kişilerin maskelerinin düştüğü bir an mı?

Basit manada cep telefonundan uzak durmak için kullanılan bir sanal iletişim aracı olarak iyi bir not alacak Twitter'ın bir de köşe olarak kullanılması var. Yazan kişiler işin mantığı bazen unutup, parçalar halinde yazdıkları yazıları göndermeyi de ihmal etmiyorlar. Böylece o an ne yaptığımız kurgusunu ortadan kaldırıp, deneme tadında bir yazıya dönüşüyor birden. Part 1... Part 2...

Sizce gerçekten de 2000 sonrası insanları 140 karakterle sosyalleşebilir mi?



Serkan Erden